28 Ocak 2012 Cumartesi

TARİHTEN UNUTULAN MANŞETLER

1 yorum | Devamını Oku...

 

 

 

1919_gazeteDostlar bu gün elime müthiş bir arşiv geçti. Bu müthiş arşiv PDF formatında dijital ortama aktarılmış. Yani e-kitap şekline dönüştürülmüş. Bunu gerçekleştirenlerin ellerine sağlık. Hazırlayan kurum ANKARA TİCARET ODASI. Bu müthiş arşivi sizlerle paylaşmaya karar verdim. En önemlisi Kurtuluş savaşı, Cumhuriyet’in ilanı ve sonrasının gazetelerini görmek insanı çok heyecanlandırıyor. İşte bu arşiv 1919 ile 2007 yılları arasında çıkmış gazetelerden oluşuyor. Umarım sizde benim gibi heyecanla incelersiniz. Bilhassa 1919 yıllarında yaşananları okuduğunuzda o zaman olanlarla günümüzde yaşadıklarımızın benzerliklerini görüp şaşıracaksınız. Tarih neden ders olmuyor? Hani derler ya “Tarih den ders almak lazım” . Peki birileri ders alıyor mu? Hayır….!Tarih çaresiz tekerrür edecek ve II.KURTULUŞ SAVAŞI’nı tekrar verme zamanı pek yakın görünüyor…!

 

ATO'DAN UNUTULAN MANŞETLER  

 

 

Eskilerin meşhur bir sözü vardır, "Hafıza'i beşer nisyan ile malüldür"diye. Yani "insan aklı unutma özürlüdür" der atalarımız ve bu teşhis tam isabettir. 

Ne yazık ki insanımız bu hastalığın önlemini alma konusunda pek başarılı olamadı. Tam tersine her gün bir unutkanlık hapı yutmuşcasına tarihten ders alma refleksimiz köreldi. Bu nedenle toplum olarak hatalarımızı bir kısır döngü içinde tekrarlayarak bugünlere geldik. 

Ve de Mustafa Kemal Atatürk'ün işaret ettiği "çağdaş uygarlığa" bir türlü sıçrayamadık. 

Ünlü yazar Bertolt Brecht'in şu sözleri tam da bu meseleyi ifade eder...

"Büyük sıçrayışları gerçekleştirmek isteyenler birkaç adım geri gitmek zorundadır. Bugün, yarına dünle beslenerek yol alır"

Ben de bu durumu, geri ve dikiz aynalarına bakmadan yol almaya benzetiyorum. Bunu yapamadığımız için de pek çok kez yol kazalarına uğradığımız bir gerçektir.

Elinizdeki bu çalışma gerçekten çok yorucu ama bir o kadar da keyif veren bir emeğin ürünüdür. Geniş bir ekip, büyük bir titizlikle, aylarca arşivleri taradı.

Kurtuluş Savaşı'ndan bu güne kadar, Cumhuriyet tarihimizin kilometre taşları denilecek olaylar bir araya getirildi. Özellikle Cumhuriyet'in ilk yıllarına ait gazete arşivlerine ulaşmak çok zor oldu. 

Ama kılı kırk yardık ve yılmadan iğne ile kuyu kazarcasına gazete sayfalarına ulaştık. Elinizi attığınızda lime lime olmuş gazeteleri, büyük bir özenle fotoğrafladık. Ancak sayfaların büyük bir bölümü, okunamaz halde perişandı. Ama teknolojinin imkanlarını kullanarak, yakın tarihimizin o sayfalarına yeniden hayat vermeyi başardık.  

Bu nedenle, çok faydalı olacağını umduğum bu çalışmanın ortaya çıkmasında inanılmaz katkıları olan odamız çalışanlarından, özellikle Esra Erten, Yakup Asil, Tarık Çoruk ve emeği geçen tüm arkadaşlarıma teşekkürü bir borç biliyorum.  

Ankara Ticaret Odası'nın bu hizmetinin, tarihten ders çıkartmama hastalığımızı yenmemize bir nebze olsun katkı sağlayacağı umuduyla, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

 

 

Sinan AYGÜN

Ankara Ticaret Odası Başkanı

 

 
Unutulan Manşetler

  

Yıllara Göre ( PDF İNDİRMEK İÇİN YILLAR ÜZERİNE TIKLAYINIZ )

Cochabamba Su Savaşları “Yağmuru Bile Sattılar”

0 yorum | Devamını Oku...

 

 

HES-2 Dostlar geçtiğimiz günlerde e-postama gelen bir yazıyı okuyup, ekindeki videoyu izledikten sonra sayın Prof.Dr. Beyza ÜSTÜN 'ü tanıma fırsatını yakaladım. Esasında bu günlerde ıskaladığımız Ya da ilgimizi fazla çekmeyen ama aslında o olmadan yaşayamayacağımız bir şeyden bahsediyordu. Basit bir çevrecilik olayı diye düşünürken şu günlerde ara da bir haberlerde HES lerle ilgili gösteriler, direniş haberleri izliyoruz. Yandaş medya bu HES haberlerine pek fazla yer vermiyor. Beyza ÜSTÜN hocanın konuşmasını dinlerken ilgili yazıyı okudum ve orada bir site adresi veriliyordu. Adresi tıkladım açılan Web sayfasında Güney Amerika ülkesi olan Bolivya'da da aynı bizdeki gibi HES yapılmak üzere akarsular küresel şirketlere satılır ve orada bizdeki gibi ilk başlarda olayın ne olduğunun farkında olmayan halk daha sonra müthiş bir mücadele verirler. Halk o günkü iktidar ve devletin güvenlik güçleriyle savaşa girişirler. Neyse daha fazla anlatmayayım. Bu yaşananlar bir film haline getirilmiş. Ülkemizde de sinemalarda oynamış. Ama hiç bu filmden söz edildiğini duymadım. Neyse internette araştırdım. Filmin fragmanlarını buldum. Daha sonrada fimi bulup bilgisayara indirip izledim. Bu filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Aşağıda film fragmanını, filmde anlatılan mücadelenin hikayesini ve Beyza ÜSTÜN hocanın bir vatansever ve bilim insanı olarak bu konuya dikkatimizi çeken yazısı ve konuşmasını bulacaksınız. Ayrıca filmi indirebileceğiniz adresleri de vereceğim. Zaman içinde bu adresler işlerliğini yitirmiş olabilir. O zaman arama motorlarında aratıp bulacaksınız. Su demek vatan demek. Bu topraklar su olmadan ne olur tahmin edin bakalım? O nedenle sularımıza sahip çıkalım. AKP iktidar olmadan evvel çeşmelerimizden akan suları gönül rahatlığı ile içiyorduk. Ama şimdi parayla satın aldığımız pet şişelerdeki kanserojen sulara mahkum edilmedik mi? Çok yakında yağmur sularını bile satacaklar. Önümüzdeki senelerde ülkeler arasında enerji ve su savaşları olacak. Güney Amerika’da da oynanan aynı oyunları izleyin görün...!İyi seyirler...!Film yeni başladı...!

Cochabamba Su Savaşları’nın Öyküsü: “Yağmuru Bile”

HES-3 Dünya çapında her geçen gün daha da büyük bir sorun olmaya başlayan temiz su temini, kapitalizmin bu alandan da kar elde etme hırsı ile bir insan hakkı olmaktan çıkalı çok oldu. Yaşamın kaynağı olan su dünya tekellerince paylaşıladursun, insanlık cevabını yaşam hakkı için mücadele göstererek veriyor. Türkiye coğrafyasında da son zamanlarda yakıcılığını HES projeleri, termik santral projeleri ve bu yolla suyun ticarileştirilmesiyle hissettiren su sorunu sermayenin açık bir savaş ilanıdır. AKP hükümetinin doğayı, insanı ve insan haklarını talan eden azgın neoliberal politikaları, insan için hayati önemi olan suyu meta haline çevirmekte ancak doğanın talanını engellemek için yeni bir mücadele alanı da ortaya çıkmakta. Öyle ki Metin LOKUMCU derelerini sermayenin talanına karşı korurken gövdesini siper etmiş, bu uğurda şehit olmuştu. Termik santrallere karşı direniş başlatan Gerze halkı da benzer bir militanlıkla mücadelelerine devam ediyorlar.

Suyun ticarileştirilmesi süreci dünyanın pek çok bölgesinde çok ciddi direnişlerle karşılaştı. Bu direnişlerden en militanı, ilk su savaşı olarak bilinen Bolivya’nın üçüncü büyük şehri olan Cochabamba’da,emekçilerin öz örgütlenmeleri ile gerçekleşti. Yıl 2000 idi ve çokuluslu tekellere karşı verilmeye başlanan mücadele, 5 ay içinde bir milyon insanı sokaklara dökmeyi başarmıştı. Sokaklarda insanların katledildiği, sıkıyönetim ilanına kadar giden devasa bir mücadele ile Bolivya halkı suyun ticarileştirilmesini durdurmayı başardı.

Yönetmenliğini Ichar Bollain’in yaptığı Even The Rain “Yağmuru Bile” filmi Cochabamba halkının bu destansı direnişlerini konu alıyor. Çok özel bir senaryo ile basitliğe düşmeden mücadeleyi izleyicilere ulaştırmayı başarıyor. Film üzerine konuşmaya geçmeden önce Cochabamba direnişini anlatmak, filmin direnişle olan bağlarını açıklamak ve filmi anlamak için yararlı olacaktır.

Cochabamba Su Savaşları

Bolivya asgari ücretin yüz doların altında olduğu, Latin Amerika’nın en yoksul ülkelerinden birisi. İnka medeniyetinin bulunduğu topraklar olan Bolivya’da özellikle İnka yerli halkı bu yoksulluğu yüzyıllardan beri yaşamakta. Beş yüz yıldır emperyalizmin ayaklarının altında kıvranan halklar kölelikten modern köleliğe uzun bir sömürü tarihine sahip.

Suyun ticarileştirilmesinin Bolivya’da uygulanmaya konulmaya çalışılması 90’lı yılların sonuna tekabül ediyor; 1997-2001 yılları arasında iktidarda bulunan başkan Hugo BANZER tarafından Dünya Bankası’nın talimatları üzerine hızlı bir şekilde başladı. 1999 yılında ilk özelleştirme gerçekleşti. Özelleştirmelerin hemen ardından toplumsal muhalefet yükselmeye başladı. 2000 yılının Nisan ayında suları ilk olarak özelleştirilen Cochabamba’da baş gösteren isyan dalgası, 2005’te La Paz’da sürdü.

Yarı çöl olan Bolivya’da büyük çoğunluğu yoksul olan köylülük için hayati önemdeki su, şehirlerdeki büyük orandaki işsizlik ve düşük ücretli çalışma koşulları ile toplumun emekçi kesimini birleştirdi. Talepler su hakkının yanında işsizliğin son bulması ve düşük ücretlerin yükseltilmesi olarak genişledi. Ülkenin tüm şehirlerine yayıldı. Özelleştirme sonucu aylık su gideri %300 artışla 20 dolara ulaştı; yani dört kişilik bir ailenin bir aylık yiyecek giderine. Bunun üzerine köylüler dağlardaki kaynaklardan köylerine kilometrelerce hendekler kazarak bedava su kullanma yoluna gitmeye başladılar ancak özelleştirme yasası yağmur suyunun biriktirilmesini dahi yasaklıyordu. Çünkü yağmur suyu özelleştirilmiş olan su havzalarına gidecekti ve köylüler tarafından tutulması, şirketin “özel mülkiyeti” haline gelmiş olan bir malı çalmak anlamına geliyordu. Şirketler, nehirlerle birlikte bulutları da satın almış bulunuyorlardı.

Bolivya emekçileri için gerçek bir isyan ilmek ilmek örülmeye başlandı. Ocak ayında “La Coordinardora de Defansa del Agua y del la Vida” yani “Suyu ve Doğayı Savunma Birliği” adını verdikleri bir örgütlenme ile beş ay içerisinde bir milyon kişiye ulaştılar ve Şubat’tan Nisan’a kadar birçok militan eyleme imza attılar. Şehir meydanında toplanıp aylardır ödemedikleri su faturalarını yaktıktan sonra özelleştirmelerin geri çekilmemesi halinde ülkede hayatı durduracaklarını ilan ettiler. Ulaşımın tamamen durdurulduğu şehirde Şubat ayında sıkıyönetim ilan edildi. Polis sokaklarda gerçek mermilerle eylemci avladı. Üç kişinin öldürüldüğü eylemlerden sonra şirket, su idaresini çalışanları ile birlikte devretti. Ancak özelleştirme yasası halen geri çekilmemişti. Hükümetin uzun süre askeri tehditler savurmak dışında kitlelerin taleplerine sessiz kalan tavrı karşısında emekçiler 4 gün boyunca şehrin tüm yollarını kapattılar. Çatışmalar bir ay içinde milyonlarca Bolivyalının Cochabamba’ya yürümesine neden oldu. Ülke genelinde bir günlük genel grev ilan edildi. Ve en nihayetinde emekçiler savaşı kazandı ve özelleştirme yasalarını geri çektirdi.

Bu arada belirtmekte fayda var Bolivya sularını mülkiyetine alan şirketler Bechtel Holding’e ait. Holdingin başındaki isim ise Ronald REAGON’ın sekreterlerinden olan George SHULTZ. Bechtel, ABD’nin Irak yıkımından sonra yeniden inşa sürecinde 650 milyon dolarlık bir anlaşmaya imzasını atmış durumda. 140 ayrı ülkede 190 bin projesine sahip bu çokuluslu tekel, 200 su ve atık su anlaşmasından milyonlarca dolar kazanıyor.

Yağmuru Bile “Even The Rain"

Filmi bilgisayarınıza indirebilirsiniz (TORRENT)  FİLMİ İNDİR

TORRENT ADRESİ :http://ca.isohunt.com/download/313182225/Even+the+Rain.torrent

FİLM DOSYASI 2.16 GB Büyüklüğünde 6 Dosya içeriyor

TÜRKÇE ALT YAZI :     İNDİR

ALT YAZI İNDİRME ADRESİ : http://divxplanet.com/sub/s/210830/Tambin-la-lluvia.html

Temmuz ayında Türkiye’de çok az sinemada gösterime girebilmiş “Yağmuru Bile” filmi, bir film ekibinin Bolivya’ya gitmesiyle başlar. Film, Kristof KOLOMB’un Amerika’ya gelişiyle başlayan sömürgeleştirmeyi anlatacaktır. Kızılderililerin köleleştirilmesine karşı gelen bir rahibin hikayesini de imparatorluğa karşı gelen Kızılderililerin direnişi ile birlikte anlatmayı hedeflemektedir yönetmen. Ancak yapımcılar Kızılderililer yerine hem onlara fiziksel olarak çok benzeyen hem de çok ucuza çalıştıkları için Bolivya’ya gelip İnkalıları günde 2 dolara oynatmaya karar vermişlerdir.

Yapımda 500 yıl önce altın için gelen “beyaz adam”ın yerlileri köleleştirmesine karşı duran Kızılderili’yi canlandıran Daniel aynı zamanda su mücadelesinin önde gelenlerinden militanlarından biridir.Bu nedenle devamlı olarak yönetmen tarafından film için önemli bir rol oynadığı gerekçesiyle üç hafta eylemlerden uzak durması konusunda uyarılmaktadır.

Ancak Daniel, çocukları için mücadele etmek zorundadır ve bütün eylemlerde en önde yürümektedir. Daniel’in filmde her iki mücadele içinde de lider olarak resmedilmiş olması filmin asıl temasını ortaya çıkartıyor; altın için köleleştirenler modern zamanlarda suyu çalanlarla aynıdır ve beş yüz yıldır insanlığın sömürüsü devam etmektedir! Gerçek hayatla film içinde anlatılan sömürü öyküsü birbirlerine film boyunca öylesine sıkı bağlıdır ki izleyici kendisini imparatorluklar çağından 21. yüzyıla bağlayan bir zaman tüneli içerisinde bulur.

Film içinde film örgüsü halinde devam eden sahneler, çok büyük bir incelikle verilirken beş yüzyıl öncesi ile 2000 yılı birarada müthiş geçişler yaparak yansıtılmıştır. Filmden birkaç sahne ile açıklayalım.Çekimler sırasında Daniel’in de aralarında bulunduğu Kızılderilililerin yakıldığı bir sahne çekildikten sonra verilen arada, Kızılderili kostümleri içindeki Daniel film setine gelen polislerce tutuklanmaya çalışılır. Fakat yerli oyuncular (aslında aynı zamanda her biri su mücadelesinin bir parçası olan yerliler), bir direnişle Daniel’i polisin ellerinden kaçırmayı başarırlar.

Bir başka sahnede ise çekimler esnasında kucaklarında bebekleri ile kadınların, kendilerini köpeklerle takip eden askerlerden kaçarken nehirde bebeklerini boğmaları istenmektedir. Yönetmen her ne kadar boğma sahnesinde oyuncak bebeklerin kullanılacağından bahsetse de kadınlar oynamayacaklarını Daniel aracılığıyla yönetmene iletirler. Çocuklarını hiçbir şey için tehlikeye atmayacaklarını söyleyen İnka kadınları, kendilerinden çok daha başka değerlerle, para üzerine kurulmuş hayatlar yaşayan film ekibini hayretler içerisinde bırakırlar. Ekip, bu süreçte çevrelerinde olan bitenlerden etkilenmekte, taraf seçmeye mecbur kalmaktadır. Her kuruşun hesabını yapan yönetmen (Luis TOSAR) ve yardımcı yönetmen (Gael Garcia BERNAL) ve oyuncular insanların yoksulluğunun karşısında üzülmekte ancak kendi burjuva yaşantılarına dokunmayacak şekilde uzaktan izlemekte hatta çatışmalardan korkmaktadırlar. Karşılaştıkları her engeli para ile aşmaya çalışmakta ve filmi çekerken karşılaştıkları her zorluğu bu yolla aşmaktadırlar. Örneğin Daniel’in bir çatışmadan sonra tutuklanması ile birlikte polise para teklif ederek çekimler için Daniel’in çok önemli olduğunu bu nedenle salıverilmesini talep ederler polis şefi ise çekimler bittikten sonra Daniel’i geri alacağını söyler. Yönetmen ise böyle bir pazarlığı kabul eder çünkü onun için milyonlar yatırdığı filmin bitmesi, Daniel’in özgürlüğünden çok daha önemlidir. Daniel’i “kurtaran” beyaz adam, neden filmi riske attığını sorar ve Daniel yanıtlar: “Anlamıyorsunuz, su hayattır.”

Cochabamba halkının başlattığı Bolivya sathına yayılan direnişin tam ortasında kalan film ekibi can güvenlikleri olmadığını düşünerek uzaklaşmaya karar verirler. Yollar eylemciler tarafından kesilmiş, ulaşım tamamen durmuş, hükümet sıkıyönetim ilan etmiştir; sokaklarda çatışmalar devam etmekte insanlar vurulmakta, insanlar çatışmakta, insanlar kazanmaktadır… Küçük burjuva tavırlarıyla oyuncular sokaklardaki vahşete öfke duysalar da ülkeyi terk ederek kendilerini kurtarmanın peşine düşmektedirler. Aynı anda yönetmense ağır yaralı olan Daniel’in kızına yardım etmek için eylemlerin tam ortasından geçmekte, kadınların eteklerinde topladıkları taşlarla barikat kurduğuna tanıklık etmektedir. Yönetmen, gördükleri karşısında günlüğü 2 dolara çalıştırdığı insanların hayata tutunma savaşına tanık olmaktadır.

Ve veda vakti gelmiştir. Çatışmalar son bulmuş, sokaklar derin bir sessizliğe gömülmüştür. Yönetmen, Daniel’e bundan sonra ne yapacağını sorar cevap bellidir; “Hayatta kalmaya çalışacağım. En iyi yaptığım şeyi yani” der. Küçük burjuva hayatına kaçan yönetmen, kalıp mücadele etmek zorunda kalan bir emekçi ile yüz yüzedir. Özellikle bu sahneyi izlerken fark ediyorsunuz; gitme şansı ve imkanı olanlar değil, kalıp savaşmak zorunda olanlar dünyayı değiştiriyorlar.

Bolivya halkı 2000 yılında verdiği bu destansı mücadelenin iyi bir senarist olan Paul LAVERTY’nin (Özgürlük Rüzgarları, Ekmek ve Güller, Ülke ve Özgürlük filmlerinin senaristidir) konuya sıra dışı yaklaşımı sayesinde çok çarpıcı bir film ortaya konulmuş.

‘Yağmuru Bile’ mutlaka izlenilmesi ve izletilmesi gereken bir film olmakla birlikte mücadelenin biraz yüzeysel aktarıldığını belirtelim. Mücadele filmde film ekibinin ve yönetmenin tanık olduğu kadarı ile gösteriliyor. Daniel’in hayatı da aynı yüzeysellikle geçiştiriyor. Bu nedenle gerçekten Bolivya’da ne olduğunu bilmeyen bir izleyici için detaylar silinip gidebilir.

Filmi izlerken Gerze halkını, Hopa halkını anımsıyor; sermayeye karşı verilen insanlık mücadelesini gözlerimizin önünden geçiriyoruz. Amerika’dan Ortadoğu’ya, Daniel’den Metin Lokumcu’ya…

“Su”yu Korumak – Beyza Üstün

1970′li yıllarda antropojenik etkilerle (insan aktiviteleri   ile) tahrip olmaya başlayan sucul ekosistemler (akarsular, göller,lagünler, denizler), l992 yılında alınan uluslar arası kararlarla kapitalizmin kıskacına sokularak kalitesini giderek daha çok yitirdi. Rio De Jenerio da BM Çevre ve Kalkınma Konferansında “Sürdürülebilir Kalkınma” Stratejileri Çevre Koruma Stratejileri olarak kabul edildi (Şekil 1), aynı yıl Dublin’de yapılan BM Su ve Çevre Konferansında ise su ekonomik mal olarak tanımlandı.

HUNUT HES-2

 

Sürdürülebilir kalkınma stratejisinde kalkınma, sınır tanımazken, sermaye birikiminin gereklerinin doğa ve toplum koruma stratejileri ile dengede ve eşdeğer kılınabileceği iddiası,

•  üretim atıklarının doğal sulara kontrolsüz (arıtılmadan) deşarjı,

•  üretimde kullanılan suyun ekosisteme vereceği zarar hiçe sayılarak kontrolsuz doğal sulardan çekilmesi,

sulak alanların kirlenmesine ve su miktarlarının azalmasına neden oldu. “sürdürülebilir kalkınma”, “kirleten öder” perspektifinde oluşturulan çevre yasa ve direktiflerinde doğal ortama verilmesi için atıklara deşarj standartları tanımlandı böylece kirletme hakkı kirleticiye verilerek bu hak yasallaştırıldı. Çevresel etkileri denetlemekle sorumlu kurumların sorumluluklarını yerine getirmemesi, eksik getirmesi (arazi kullanımlarındaki kaçak yapılaşma, kontrolsüz endüstrileşme gibi uygunsuzlukların, atık su arıtımlarının denetlenmemesi gibi, tamamlanmayan atık su kanalları gibi) yada su havzalarını havza korumadan çıkararak yapılaşmaya ve endüstrileşmeye açma gibi yetkisini aşan kararlar alması sonucunda pek çok sulak alan kurudu, yok oldu.

Endüstriyel olarak üretilen pamuğun Aral Gölünü yok etmesi, Türkiye’de Afyonkarahisar Eber Gölünün, Tuz Gölünün kuruması, Konya ovasının sulaması için kanalla Beyşehir gölünden su çekilmesi sonucunda gölün giderek küçülmesi sürdürülebilir kalkınma stratejileri sonucunda doğanın ve sucul sistemlerin tahribatının örnekleridir.

Ramsar Uluslar arası Kuş Alanı olan sucul ekosistemler kirlenme nedeniyle artık kuşlara ev sahipliği yapamaz duruma gelmiştir. Manyas, Kızılırnak Deltası,Sultan sazlığı,Göksu Deltası, Gediz Deltası, Burdur Gölü, Küçükçekmece Lagünü gibi pek çok sucul sistem kirlenmenin sonucunda barındırdığı türlerini yitirmektedir.

image001 

Şekil 1. Sürdürülebilir Kalkınma İlkesi Şematik Gösterimi

HES 1992 de alınan diğer karar gereği suyun “ticari mal” olarak tanımlanması sucul ekosistemin üstündeki atık baskısını ve suyun metalaştırılması süreci hızlandırdı. “Su tükeniyor”, “Tüm dünyada suya erişim azalıyor” gibi bildik senaryolarla bu süreç hızlandırıldı. Birleşmiş Milletlere bağlı kuruluşlarda görevli bilim insanları; suyla ilgili çalışanların veriler, suyu kullananlar; nüfusun artışı, üretimin artış hızı, suyun kullanım hızındaki artış ve suyun giderek kirlenmesindeki artış yaklaşımlarından yola çıkarak dünyadaki temiz suya erişim senaryoları üretti. Bu senaryoların sonuçlarında görüldü ki en iyimser 2050′de dünya temiz suya erişimini tamamlayacak. Senaryoyu bugünkü sonucuna taşıyan asıl etkinin kalkınma adı altında suyu daha çok kullanan ve daha çok kirletenlerin ağır sanayiler gibi, savaş sanayisi gibi doğanın baş edemediği atığı üreten ancak toplum için de gereklilikleri tartışılır üretimlerin de içinde olduğu sermayenin olması göz ardı edildi yada bu etki önemsizleştirildi. Bu senaryoların ardındaki gerçeği; Prof. Dr. Türkel Minibaş 2007 de ”Globalizmde suyun ekonomi politiği” başlıklı tebliğinde “Neo-klasik iktisadın vazgeçilmez örneğinin ardında yeryüzü kaynaklarının “kıt“ olduğu dolayısıyla ederinin belirlenmesi gereken “ticari bir mal“ olduğunun kabul ettirilmesi vardır.” diyerek   belirtmektedir ve bunda, elmas gibi kıymetli taş, maden, enerji kaynaklarının bulunduğu ülke halklarına kendi kaynaklarına sahip çıkmak ile yaşam için zorunlu ihtiyaçların karşılanması; yani hayatta kalma kavgası arasında tercih yapmak zorunda bırakıldığının da iknası olduğunu belirtmektedir.

Suyun ticarileştirilmesi GATS sözleşmesinde de yerini aldı. GATS’a göre;

•  Erişilebilir su kaynaklarının kimin yönetim ve denetiminde olacağı

•  Kullanılabilir suyun hangi kanallarla tüketiciye ulaştırılacağına dair üretim, pazarlama ve dağıtım yetkisinin kimde olacağı

•  İçme suyunun üretim ve dağıtımının kimin tarafından ve nasıl yapılacağına

dair anlaşmalarla piyasa ekonomisine bırakıldı.

Suyun ticarileştirilme süreçlerinin en önemli hamlesi BM koordinasyonunda 1996′da Dünya Su Konseyi de kurulmasıdır. 1997′de ilk Dünya su forumu düzenlendi; ardından 2000′de Lahey’de, 3 yıl arayla 2003 de Kyoto’da, 2006 da Meksika’da, ve 5.si 2009′da Türkiye’de gerçekleştirildi.

Lahey’de (2000de) açıklanan Dünya Su Forumu hedeflerine göre;

•  Sulu tarım sınırlandırılmalı,

•  Uluslararası havzalarda işbirliği sağlanmalı,

•  Suyu yöneten kurumlar reforma tabi tutulmalı

1992 de Dublin’de başlayan Dünya Su Forumları ile sürdürülen süreçte su sermayenin kullanımına mal olarak da sokuldu. Suyun Ticarileştirilme süreci BM Dünya Su Konseyi organizasyonunda su şirketleri ve yerel idarelerle yürütülmektedir. Yerel ölçekte hedef doğal su kaynaklarının kullanım hakkının şirketlere devri, doğa ve canlı yaşam göz ardı edilerek suyun sermayenin emrine verilmesidir. Bu durum “Sürdürülebilir Kalkınma Stratejisi”nin yarattığı sonuçların üstünde daha geri dönülmez tahribatlar yaratacaktır.

Su üzerinde oynanan oyunların sonucunda “ülkeler arası” savaşların yerini “suya erişenler ile suya erişemeyenler arasında” yaşanacak sınıf savaşları sosyolojik sonuç olarak görünmektedir.

Suyun metalaştırılması Akarsulara ve göllere daha çok müdahalenin önünü açacaktır. Daha çok baraj ile su gereğinde kullanıma hazır bekletilebilir,   ölçülebilir ve fiyatlandırılabilir taşınabilir kılınacak, Melen, Kızılırmak’ta olduğu gibi akarsular başka bölgelere taşınabilecektir. Müdahale edilen ekosistem ise temizsudan yoksun kaldığı için barındırdığı türlerini yitirecek, daha çok kirlenecek, daha hızlı yok olacaktır. Bu yok oluş besin zincirinin ucundaki tüm canlı yaşamı aynı etkide tehdit edecektir.

Çevre koruma stratejisi sürdürülebilir kalkınma stratejisi yerine doğanın sürdürülebilirliği olmalıdır (Şekil 2). Bu kozmik yaklaşımla “Doğa” çevresel tehditlerden korunursa içinde yaşayan toplumun da yaşam kriterleri sürdürülebilir olur. Ekonomi de toplumun temel gereksinimlerine uygun başka bir deyişle kullanım değerlerine göre üretimi kapsayacağından   sistemin bütünü sürdürülebilir kılınır. Bu perspektifte üretimde değişim değerleri ve sermaye   birikiminden bahsetmek mümkün değildir. Gereğinden fazla üretim yapılamayacağı için gereğinden fazla su tüketimi olamayacaktır ve üretimlerin çevresel etkileri de doğaya zarar vermeyecek şekilde kontrol altında tutulacak, azaltılacak, etkisizleştirilecektir.

image010

 

Şekil 2. Doğanın Sürdürülebilirliği Şematik Gösterimi

İnsanlar, bitkiler, hayvanlar, mikro organizmalar kısaca tüm canlılar susuz yaşayamazlar. Su; cansız yapıdan mineralleri çözerek içinde barındırdığı tüm canlılara besi maddesi olarak taşıyarak doğada cansız sistem ile canlı sistem arası geçişi sağlar. Ekosistemdeki su döngüsü suyun bu hizmetlerini sonsuz yapmasını sağlar. Suyu doğanın kullanımı için toplayan, biriktiren ve canlı cansız tüm bileşenlerin kullanımına sokan bölgelerdir su havzaları. Coğrafi olarak tanımlanırsa su havzası; yağmurun yağış halinde düştüğü en üst kot ile Dere, nehir, göl ve denize ulaşmasına kadar yolculuk ettiği karasal alanı, suyun toplandığı yüzeysel suları (göl, dere,nehir vb.) ve bu bölgenin altındaki yer altı katmanını kapsar. Doğayı korumak suyu korumakla mümkündür. Suyu korumak ise su havzalarının arazi kullanımının çevresel tahribat yaratmayacak şekilde planlanması ile mümkündür.

Su havzalarının yeşil dokusu (ormanlar, meralar) suyun; havzada daha uzun süre kalmasını, suyun içinde bulunan organik maddeler gibi,ve   ağır metaller gibi inorganik kirleticilerin bitki bünyesine alınarak doğal olarak sudan ve topraktan uzaklaşmasını, kökleri ile tutarak taşınımını engellediği toprak yardımıyla suyun rafine edilmesini böylece yer altı su akiferlerinin ve yüzeysel suların temiz suyla beslenmesini sağlamaktadır. Yeşil doku fotosentez yaparak havanın oksijence zenginleşmesini, yaprakları ile atmosferdeki kirleticileri absorplayarak havanın temizlenmesini sağlar. Bu nedenle su havzalarındaki yeşil doku hem doğal arıtım sistemleri hem de doğal barajlardır. 

image013

Şekil 3. Doğal Su Döngüsü 

su Sonuç olarak suyun piyasada fiyatlandırılabilir alınıp satılan bir mal olmadığı ve sermaye birikiminde kullanılmaması gerektiği ortadadır. Sürdürülebilir kalkınma stratejisi ve suyun ticarileştirilmesinden vazgeçilerek Doğanın sürdürülebilirliğinin esas alındığı çevre koruma stratejisi uygulamaya sokulmalıdır. Böylece su yüzyıllardır yaptığı döngüsünü de eksiksiz tamamlayabilecektir (Şekil 3). Havzada yeşil doku mutlaka korunmalıdır. Su havzalarında arazi kullanım esasları da su döngüsünün bozunuma uğramayacağı, sucul sistemlerin kirlilik tehdidi altına girmeyeceği şekilde planlanmalı ve uygulanmalıdır.

Suyun uygarlıklar boyunca, doğayı koruma ve tüm canlıların sağlıklı yaşamlarını sürdürmedeki rolünün devam etmesi, çevre koruma stratejilerinin “doğanın sürdürülebilirliği” esas alınarak yeniden kurgulanmasına bağlıdır.

Su; doğanın, canlı cansız tüm sistemin devamlılığında temel unsurdur. Bir başka deyişle Su doğanın güvencesi ve koruyucusudur. Bu nedenle suyun yatağı olan su havzaları da koşulsuz mutlak korunmaya alınmalıdır.

GATS: Hizmet Ticareti Genel Anlaşması

http://www.coservation-ontario.on.ca./source_protection/files/watercycle.html

ustun@yildiz.edu.tr

YAZAN :

Beyza Üstün
Prof. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi İnş. Fak. Çevre Müh. Bölümü, Çevre Teknolojisi Ana Bilim Dalı

http://www.dogavetoplum.web.tr/s01/2.3.html  (Yazının yayınlandığı web sayfası)

27 Ocak 2012 Cuma

Liseleri Kaldırın….? Siz Doktor Mühendis yetiştirmeyin bizden alın…!

0 yorum | Devamını Oku...

 

 

 

12 Yıllık Temel Eğitim, Okulları ve Dersleri Atomize Parçalayan Programdır

meb-1 5-16 yaş arası eğitimi yeniden düzenleyen, AKP’nin 5.1.2012’de hazırladığı 12 Yıllık Temel Eğitim kanun tasarısını, 2004 yılında YÖK Dünya Bankası dairesinde çalışan SPAN Eğitim Danışmanları yazmıştı.

2006 yılında kurulan Mesleki Yeterlilik Kurumuna (MYK) 5544 sayılı yasayla verilen yetkilerle düzenlenen 632 KHK ile MEB’da kurulan yeni dairelere baktığımızda, Temel Eğitim Dairesi, Hayat Boyu Öğrenme Dairesi ve Din Öğretimi Dairesi gibi dairelerin kurulduğunu görüyoruz. Bunlar, 12 yıllık eğitimin daireleridir.

Buna göre, tüm liseler kalkıyor, yerine (a) Yaşam boyu öğrenme kursları, (b) Üniversite hazırlık 2 yıllık kolej sistemi geliyor. Devlet üniversiteleri yerine paralı sertifikalı kurslarla Amerikan sistemine geçiliyor.

2003’de AB ile imzalanan Basel 3 Protokolü “siz doktor mühendis yetiştirmeyin bizden alın” der; bu da Ocak 2012’de yürürlüğe giriyor. Onun için acele kamucu anayasayı kaldırıp yerine piyasacı anayasa hazırlanıyor. Böylece anayasa yabancı anlaşmalara ters düşmeyecek hale getiriliyor.

Yeni sistemde, öğretmen yetiştiren fakülte programı yoktur. Sadece “yaşam boyu öğrenme” kurslarından sertifika toplayarak öğretmen olunur; sertifikalı sistemde tüm Eğitim Fakülteleri de kapanır!

Getirilen 12 yıllık Temel Eğitim sistemi, okulları ve çocuklarımızı atomize parçalama programıdır:


  1. Temel Eğitim 1.kademe:okul

Okulu: 5 yıllık Anaokulu. (1+4 yıl)

Öğretmeni.1 sınıf öğretmeni ile 1 yabancı İngilizce konuşan dadı. Öğretmenini mezun eden herhangi bir fakültesi yoktur. Açılacak yeni sertifikalı kurslar buna göre düzenlenecektir.

Öğrencisi: 5-9 yaş çocuklar

Ders Programı: Hazırlık, okuma yazma öğrenimi, İngilizce konuşma.


  1. Temel Eğitim 2.kademe:

Okulu: 7 yıl. (5+2 yıl). Sınıfta kalma yoktur, disiplin suçları affedilmez, disiplin dosyası belediyelerde tutulur. Suç dosyası kabaran çocuklarımızı bekleyen başka bir tuzak vardır.

Öğretmeni: Sözleşmeli branş öğretmenleri, paralı kurslar ve kulüplerle çalışılır. Birden fazla branşta çalıştırılacak çok branşta sertifikası olan öğretmenler işe alınır. Yerel öğretmen olmak esastır, başka illere tayin yoktur. (Eyalet sistemidir)

Öğrencisi: 10-16 yaş çocuklar.

Temel Dersler: Türkçe, Matematik, Sosyal Bilgiler, Fen Bilgisi. Her birine sözleşmeli sertifikalı öğretmen girer. Birden fazla sertifikası olan öğretmenlerle sözleşme yapılır.

Diğer dersler seçmeli ders kapsamında olup, okul dışında kurslarda sertifika toplayarak alınır, dileyen İmam Hatip’in derslerini de böyle toplayabilir. Kanun tasarısının reklamı edilen haber budur, ancak çarpıtarak verilmektedir, okulda değil serbest piyasadan bu dersler satın alınabilir.

*10-14 yaş seçmeli dersler: Dört ana dersin yanında, bir tane de zorunlu seçmeli ders vardır. Seçmeli ders okulda veya dışarıda paralı kursta veya kulüpte alınır; Resim, Çalgı, Spor, Din Dersi, Bilgisayar, İngilizce veya Arapça, veya Anadil, veya Kültürel Değerler (her dinde olabilir).

Ana Dil dersi için belediyelerde, Din Dersi ve Arapça için camilerde, Cami Yaşatma Derneklerinde, Kültürel Değerler dersi için kiliselerde kurs açılır. (Son on yılda açılan 54 bin ev kilisesi bu kurslar içindir.)

*15-16 yaş seçmeli dersler: Dört ana ders devam ederken, başarısız olduğu seçmeli dersi değiştirme kuralı vardır.

2004- Temel Eğitime Destek programında Ankara pilot okullarında ortaya çıkan aşağıdaki belgede seçmeli ders programı görülmektedir. Bu derslerin her birini bir başka yerden alan çocuklardan kaynaşmış bir kitle, yani millet çıkmaz. Bu eğitim sistemi çocuklarımız atomize parçalayan sistemdir.


Temel Eğitimden sonra:

meb Mezuniyet derecesine göre, (a) Yaşam boyu Öğrenme meslek kurslarına gidebilir, (b) başarılı olduğu derslerden sadece 5 tanesini piyasadan toplamak üzere “hazırlık koleji”ne gidebilir.

Liseler ve fakülteler tarihe karışıyor: Ortada, bildiğimiz Lise diye bir okul kalmaz. Cumhuriyetle bütünleşmiş adlarıyla ünlü bütün liselerimiz yok olur, şehir merkezindekilerin binaları ve arsaları satılır!

Devlet üniversiteleri arsalarıyla birlikte 3-4 yıla kadar satılır, dersleri üçer aylık kurslara dönüşür.

Sevgili Liseliler! Ders kitaplarınızın içi neden bu kadar boş diye soruyorsunuz. Cevabı burada, küresel çete böyle istiyor, MYK böyle istiyor, onun için okullarınız ve kitaplarınız birlikte yok ediliyor.

Lütfen bulabildiğiniz eski ders kitaplarını toplayın, tohum bankası gibi kitap bankaları kurun. Eski fizik, kimya, matematik, geometri, biyoloji, tarih, coğrafya ve edebiyat kitaplarıyla kendi kendinize çalışmaya başlayın.

1995 GATS sözleşmesi, 2003 BASEL 3 Protokolü ve 5544 sayılı yasa acilen iptal edilmelidir.

632 KHK kaldırılmalı, 12 Yıllık Temel Eğitim Kanun Tasarısı durdurulmalıdır!

  1. yıl önceki müfredatlar ve ders kitapları geri getirilmelidir!

Ekler:

1.Belge: 2004 Temel Eğitime Destek program raporundan SPAN Danışmanları imzalı teşekkür.

program-1

2.Belge: Seçmeli derslerin durumu:

2004 yılında SPAN Eğitim Danışmanlık Şirketi ve Talim ve Terbiye Kurulu tarafından önerilen ilköğretim ders çizelgesi. (Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır.)

Örneğin; çizelge üzerinde (+) işaretli Resim, Müzik ve Beden Eğitimi derslerinin hizasında 4-5-6-7-8.sınıflarda ders saati boş görünmektedir.

2012 Yılında geçileceği ilan edilen seçmeli ders listesi buradadır.

program-2

Yazan: Mahiye Morgül

“Eğitim Küresel Piyasaya Teslim” kitabının yazarı mahiye@gmail.com 5.1.2012

 

Küresel Piyasanın Okul Sistemi BAKALORYA

International Baccalaureate ya da Uluslararası Bakalorya, Uluslararası Bakalorya Örgütü (International Baccalaureate Organization - IBO) tarafından dünyanın birçok ülkesinde uygulanan ve 3 değişik gruptan oluşan bir sistemdir.

 

Uluslararası Bakalorya Programları

  • UB İlköğretim Birinci Kademe Programı (PYP) - Türk Ulusal Eğitim sisteminde İlköğretimin ilk 5 senesinde uygulanabilir. Ancak, genel anlamda 3-12 yaş arası öğrenciler içindir.
  • UB İlköğretim İkinci Kademe Programı (MYP) 11-16 yaş grubu öğrenciler içindir. Bu iki program Türkiye'de yeni uygulamaya geçmiştir.
  • UB Diploma Programı (DP) 16-19 yaş grubu öğrenciler içindir. Uluslararası düzeyde üniversiteye giriş sağlayan bir diplomadır. Bu diploma programı genelde 11. ve 12. sınıfı kapsar. 9. ya da 10. sınıfta IB Diploma Programına hazırlık düzeyinde eğitim verilebilir. Program Türk Ulusal Eğitim Sistemi'ni kapsasa da, farklılıklar gözetebilir. Diploma 3 dilde gerçekleşibilir:

İngilizce Fransızca ve İspanyolca.

UB Diploma Programına dahil dersler

UB Diploma Programı, her biri çeşitli seçenekler sunan başlıca altı ders grubundan oluşan bir programdır. Bu program, şematik olarak bir altıgen ile gösterilmektedir. Program 6 dersten oluşur. Bunlar Standart Seviye (Standard Level) ve İleri Seviye (Higher Level) diye sınıflandırılır. Aralarındaki fark o ders için iki senelik programda ayrılan zamandır ve ders içerikleridir. Öğrenciler genelde 3 standart seviye ve 3 ileri seviye olmak üzere 6 dersi de kendileri seçer. Birinci grup, Ulusal dilde, diğer gruplar İngilizce, Fransızca ya da İspanyolca verilmektedir.

  • 1.Grup (Dil A=Ana Dil ve Edebiyat)

Türkiye'deki Türk okulları için Türkçe dersleridir.

  • 2.Grup (Dil A2 veya B veya Dil AB Başlangıç=Yabancı Dil Dersleri)

Çeşitli dillerde seçmeli derslerdir. İngilizce, Fransızca, Almanca veya İspanyolca olabilir.

  • 3.Grup (İnsan ve Toplum Bilimleri)

İşletme ve Yönetim, Ekonomi, Coğrafya, Tarih, İslâm Tarihi, Küreselleşen Toplumda İletişim Teknolojisi (ITGS), Felsefe, Psikoloji, Sosyal Antropoloji ve Türk Sosyal Bilimler gibi dersler yer almaktadır. Ancak öğrencinin, Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı Fen Bilimleri Alan Diploması alabilmesi için bu grupta çoğunlukla Fizik dersleri alınmaktadır. Türkçe-Matematik alanında okuyan öğrenciler ise birleştirilmiş Coğrafya, Tarih ve Felsefe dersleri alabilirler.

  • 4.Grup (Deneysel Bilimler)

Bu gruptaki dersler Biyoloji, Kimya, Fizik, Çevre Sistemleri ve Tasarım Teknolojisi'dir. Derslerin içeriğinde teorik bilgiler kadar deneysel uygulamalar da vardır.

  • 5.Grup (Matematik)

Matematik, Matematiksel Yöntemler, Matematik Çalışmaları ve İleri Düzey Matematik derslerini içerir. Derslerin içeriği öğrenciye matematiksel düşünceyi kavratmak ve kendisine üniversite eğitimine yardımcı bilgiler sağlamaktır.

  • 6.Grup (Güzel Sanatlar ve Seçmeli Dersler)

Bu grupta Görsel Sanatlar, Müzik ve Tiyatro yer almaktadır. Buradaki derslerin içeriği okuldan okula değişse de, öğrenci eğer Fen Bilimleri Alan Diploması alacaksa, bu grupta Biyoloji dersleri seçebilir.

Puan sistemi

Öğrenciler her dersten 7 puan alabilmektedir. Derslerden alınan puan sayısı 42'yi bulabilir. Bunun dışında Uzun Tez (Extended Essay) olarak adlandırılan yaklaşık 4000 kelimeden oluşan ve konusu özgür seçilen kapsamlı bir çalışma sonucu ve Bilgi Kuramı (Theory of Knowledge) hakkında yazılacak bir tez sayesinde 3 puana daha ulaşabilirler. Toplam ulaşabilinen puan sayısı 45'dir. Ancak bir öğrencinin UB Diplomasına sahip olabilmesi için "Yaratıcılık, Bedensel Hareket ve Hizmet" (Creativity, Action, Service - CAS) etkinliklerinden oluşan 150 saatlik bu programı 2 yıl içinde başarıyla tamamlanması gerekmektedir.


Türkiye'de UB Programı Olan Okullar  

ULUSLARASI BAKOLORYA   (wikipedia)

Anaokulu ve Sınıf Öğretmenliği Diplomaları İptal Edildi

0 yorum | Devamını Oku...

diploma-iptal

Anaokulu ve Sınıf Öğretmenliği Diplomaları İptal Edildi.

Anaokulu ve sınıf öğretmenliği diplomaları KHK ile iptal edildi. Şu an pek az kimse farkında ama ne olduğu anlaşılınca acısı hissedilecek ve feryadı pek yakında bir çok öğretmen ve öğretmen adayından gelecek. Öğretmen yetiştiren fakültelerin diplomaları 2006’da kaldırılmış, yerine sertifikalı mezuniyet gelmişti. Fakülte öğrencileri bunu biliyordu Ancak bunun ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Şimdi de, görev başındaki öğretmenlerin diplomaları KHK ile fiilen geçersiz sayıldı. Çünkü sınıfları ellerinden alınıyor. O diplomayla girdikleri sınıflar yakında yok olacak. Bakın nasıl? Anaokulları ve İlköğretim okulları “Temel Eğitim Okulları” adı altında birleştirildi. Artık İlköğretim okulu yok, Temel Eğitim okulu var.
İlköğretimin anaokulu 5-6 yaş iken Temel Eğitimin anaokulu 5-6-7-8-9 yaşları içine alıyor. 1+4 yıl Anaokulu, bu getiriliyor. Dairesi açılan bölüm bu!
Ne öğretir bu 5 yıllık Anaokulu? Okuma yazmaya hazırlık ve okuma yazma öğretir.
Peki bizde bunun öğretmeni var mı, hayır yok!
Bunun öğretmenini yetiştiren fakülte var mı, hayır yok!
Ne yapacak MEB şimdi? Mesleki Yeterlilik Kurumu’nu kurdu. Bu kurum İçerisinde on Amerikalı var. Bu kurum ne yaptı? Hayat Boyu Öğrenme Dairesi’ni kurdu, orada sertifika kursları açacak. Sertifikalı Öğretmenlik için de ilk adımı atıyor!
Sınıf öğretmeni olarak yetişmiş olan, tayin etmediği öğretmen adaylarına ne diyecek bakanlık?
“Diplomalarınız geçmiyor, çünkü o diplomayla gireceğiniz okullar artık yok! 5 yıllık Anaokulu öğretmeni olmak isterseniz, size Hayat Boyu Öğrenme Dairesi’nde açacağımız kurslarda sertifika verebiliriz” diyecek.
Eğer, İkinci Kademe (şimdiki 4-5.sınıf) öğretmeni olmak isterseniz, artık sınıf öğretmeni değil branş öğretmeni olacaksınız. Yine diplomanız geçmez! Bu sefer de sadece bu sınıflar için branş öğretmeni olabilirsiniz, ancak bunun sertifikasını almalısınız! Haydi kurslara, pamuk eller cebe…
Peki, mevcut okullardaki sınıf öğretmenleri ne olacak?
Onların da diplomaları iptal oldu, sınıfları yok artık!
MEB onlara hizmet içi kurslar açıyor, onun için artık yaz tatilleri yok!
Kurslar iki seviyeli olacaktır, seçim öğretmenin.
A-Anaokulu (1+4) öğretmeni olmak için
B- 4-5. sınıf temel derslerinden birinin öğretmeni olmak için
Bu kurslara alınacak öğretmenler, henüz emekliliği gelmemiş olanlardır. Emekliliği gelmiş olanlar bu değersizleştirmeyi görüp de dayanamaz, bir an önce emekli olmak isterler. Ki, deneyimli ve dolu öğretmeni burada tutmamak onların istediğidir.
Öğretmenliğin, Amerika’daki gibi en itibarsız meslek haline getirilmesine hiçbir deneyimli öğretmen razı olamaz. Zaten 2005’den beri dağıtılan uyduruk ders kitaplarına itibar etmeyip onlar kendi doğru bildiklerini öğretiyorlardı. Şimdi onlara onur plaketi vereceklerine, KHK ile en ağır ceza veriliyor, diplomaları ve sınıfları ellerinden alınıyor.
Yakında Temel Eğitim Okulları’nı bir KHK ile valiliklerin özel idarelerine, sonra belediyelere vereceklerini biliyoruz. Bunu saklamıyorlar zaten.
O zaman, bütün diplomalara, bütün sertifikalara rağmen, bütün hizmet içi kurslara, bu zahmetlere rağmen, sözleşmenizi yerel yönetim yapacaksa…
Kaybedecek başka neyiniz kaldı?
Sevgili, mesleği elinden alınan sınıf ve anaokulu öğretmenleri…
Sevgili, ataması yapılmayan sınıf ve anaokulu öğretmenleri…
Sevgili, ataması yapılmayan bütün branş öğretmenleri…
Sevgili, fakülteleri kapanacak olan sınıf ve anaokulu öğretmenliği bölümleri…
Sevgili, evlatları perişan edilen ve bu perişanlığı birlikte çeken aileler…
Sizi bekleyen bu hazin sonu, Dünya Ticaret Örgütünün emirleri doğrultusunda hazırlayan;

  • Mesleki Yeterlilik Kurumu’nun (MYK, İçerisinde on Amerikalı var),
  • Yeni görevi sizi küresel ekonominin emir eri yapmak olan MEB’na,
  • Sizi piyasaya devredip kendini kapatacak olan YÖK’e,
  • Sizi bu hale getirenlere engel olmayan seçtiğiniz milletvekillerine,
  • Ya da size gerçekleri yazmadıkları için köşe yazarlarına, kendine aydınım diyenlere…
    Söyleyecek bir çift sözünüz yok mu?
  • AB Protokolü uyarınca 1990’dan beri alınmış bütün diplomaların geçersiz olduğunu, biliyor musunuz?


TÜRKİYE İŞGAL ALTINDA DEĞİLDİR,DEMEYE DEVAM EDECEKMİSİNİZ..?
NE ZAMAN İŞGALİN VARLIĞINA İNANACAKSINIZ ?
AB UYARINCA DİPLOMALARINIZ ELİNİZDEN ALINDI, BİLİYOR MUSUNUZ?

 
Fotokopiyle çoğalttığım yazıyı metroda yanımdaki bayana verdim. Hemşireydi. Gazetede dün gördüğü “Diplomalı hemşire aranıyor” ilanını anlattı. Diplomasız hemşire mi olunur demiş, ...bir anlam verememiş. “Bu yazıyı okuyunca anladım” dedi.
Artık Amerikan usulü, pansumancı, iğneci, serumcu, masajcı, sondacı gibi parçacı hemşirecikler dönemi geliyor. Öğrenmek isteyen ayrı ayrı sertifika alacak, ayrı ayrı kurslara gidecek, her birine ayrı ayrı para verecek… “Hayat boyu öğrenme” modeline geçiyoruz.
Bir mesleğin gerektirdiği dersleri tek bir okulda devlet eliyle öğretmek bitiyor. Hemşirelik Meslek Lisesi de kapanacak ve öğretmeni de artık yetişmeyecek… Anlattım.
İyice şaşırdı ve “Evet, doğru, hemşirelik okullarına artık öğretmen yetiştirilmiyor, fakültemiz yok” dedi. Kendisiyle gurur duydu, “Ben bir diplomalı hemşireyim” dedi mutlulukla.
Ama, artık kendinden sonraki gençler aynı mutluluğa erişemeyecek. Bundan söz edince hüzünlendi. “Bu yazıyı çoğaltıp ben de dağıtabilir miyim?” dedi inerken.
Kızılay’da otobüs kuyruğunda gençlere “Diplomanızın kaldırıldığını biliyor musunuz?” diye sordum. “Benim diplomam var” dedi bir tanesi, Bilkent Mühendislik mezunuymuş. “Mühendislik diploması mı yoksa mezuniyet belgesi mi verdiler sana?” dedim. Şaşırdı, bir düşündü, “Evet haklısınız, ‘mühendislik fakültesinden şu dereceyle mezun olmuştur’ yazıyor. ‘Fakültemizden şu dereceyle mezun olarak Elektrik Mühendisi olmaya hak kazanmıştır’ demiyor.” Sonra hatırladı, verilen belgenin üzerinde ‘Mühendislik Diploması’ yazmıyordu.
Kuyrukta bir genç kızımız Kız Meslek Lisesinde Çocuk gelişimi okuyor, ama fakültenin kapandığını bilmiyor. “Yani ben şimdi Çocuk Gelişimi dersinin öğretmeni olamayacak mıyım?” diyor. 2 yıllık meslek okuluna sıfır puanla sınavsız gidecek, oradan çocuk bakıcısı olarak çıkacak, Kız Meslek Lisesindeyken okuduğu derslerin çok altında bilgiyle yüksek(!) okuldan çıkacak; sadece bebeğin altını değiştirme sertifikası, sadece bebeğin mamasını yedirme sertifikası… Düş kırıklığına uğradı.
Kuyrukta bir bey, İmam Hatip Meslek Lisesinin kapatılacağına, sertifikalı kurslara döneceğine inanmıyor, almıyor uzattığım yazıyı.
Ulus Atatürk Kız Meslek Lisesine gittim, bahçede okulun Çocuk Gelişimi öğretmeniyle karşılaşıyorum, beni tanıyor. “Sabah gelseydiniz, sizi drama dersime davet ederdim, bize bir uygulama gösterirdiniz” diyor. Bildiriyi veriyorum eline, duymamış, şaşırıyor. “Eğitim Küresel Piyasaya Teslim” kitabımdan imzalı istiyor.
Bu okulun hiçbir öğretmeni ve hiçbir öğrencisi kalmayacak, çünkü yerine otel yapılacak, Atatürk tabelası da, okulun yetiştirdiği ünlü modacıların anıları da yok olacak.
Merkezdeki böyle köklü meslek liseleri arsası için satılacak.
Gencecik insanlar ne yaşadıklarını bilmiyorlar. Fen Fakültesi diplomalarının kaldırıldığını bilen sadece bir kişiye rastladım.
Haberlerde, ne kadar basit soruları bile bilmeyen gençlerimizi aşağılayarak anlatmak modası var şimdi. Ben eline bildiriyi verirken birisi diyor ki, “Haberlerde vardı, gençlerimiz hiçbir şey bilmiyorlar… Okumasınlar daha iyi.” İşte bunu dedirtmek için o haberler tertipleniyor, onu bilmiyor. Öyle insana öyle soru sorarsın, onu da haber yaparsın… Haber değeri nedir bunun diye sormazsın. Kitleleri önce ne kadar aptal olduklarına inandırmak psikolojik harptir!
Başkasının bilmediği soruyu kendisi biliyor ya, mutlu olmasına yetiyor. Aynı insana kaybettiği haklarını soruyorum, haberi bile yok. İnsanımız ne kadar uyutulmuş, görüyorum. Bildiri dağıtmamdaki amaç da zaten ulaşabildiğim kadar insanı ayıktırmak…

  • Diplomalarınız elinizden alındı, biliyor musunuz?
  • AB Protokolü uyarınca 1990’dan beri alınmış bütün diplomaların geçersiz olduğunu, biliyor musunuz?
  • Gazetecilik diplomaları artık geçersiz oldu, biliyor musunuz?
  • YÖK yerine MYK geldi, biliyor musunuz?
  • Fakülte müfredatları lise düzeyine indirildi, biliyor musunuz?
  • 5544 sayılı bir kanunla sertifikalı, paralı sınav sistemi geldi, biliyor musunuz?
  • 5544 sayılı kanun anayasaya aykırı, yabancılara üstünlük getiriyor, biliyor musunuz?
  • Teknik Eğitim Fakülteleri kapandı, meslek liselerine artık öğretmen yetişmeyecek, biliyor musunuz?
  • Artık usta ve kalfa yetişmeyecek, sadece çırak olunabilecek, biliyor musunuz?
  • Okul yerine “Hayat boyu öğrenme” adı altında paralı sertifikalı kurslar geliyor, biliyor musunuz? (Gazi Eğitim’in bahçesindeki bütün panolarda reklamı var. Camilerde hutbe olarak veriliyor.)
  • Sadece okuma yazma bilmek, sertifika veren kurslara gitmek için yeterli olacak. Her yaştan insanla orada bir arada olabileceksiniz, herkes istediği kıyafetle, sarıkla şalvarla fesle takkeyle kursa girebilecek, biliyor musunuz?
  • İmam Hatip Lisesinde okutulan derslerin her birini, cemaatlerin kendi paralı kurslarında vereceğini, biliyor musunuz? (Diyanet İşleri ve İlahiyat fakülteleri kapanır!)
  • Sabah gazetesinde çalışanların kapı gibi gazetecilik fakülte diplomaları yok sayıldı, Amerikan sınav şirketinden sertifika almaları için işten atıldıklarını, biliyor musunuz?

 
İşte böyle… Şu TV kanalları bizi böyle başkalarının bilgisizliğiyle alay ederek sığ bir üstünlük duygusuna sevk ediyorken, biz rehavete erdirilirken elimizden kapı gibi diplomalarımız alınıyor…
Nasıl, bunca yıl emek vererek kazandığımız diplomalar, kurduğumuz fakülteler, edindiğimiz bilgiler yok sayıldı… Bu savaş değil de nedir?
Tıpkı kurutulan derelerimiz gibi… Torbalara tıkılan haklarımız gibi… Kuşların, ceylanların, karıncaların hakkını bile vermeden borulara hapsedilen sularımız gibi…
İnsanoğluna bu kadar cefa reva mıdır?
Hele düşmesin yola diplomaları elinden alınanlar… Hele hele dereleri elinden alınan sarı yazmalılar, Şebinkarahisarlılar, İkizdereliler, Toroslular, Askoroslular, Borçkalılar, Hopalılar…
Su kaynaklarınız kurutulurken ne yapacağınızı biliyorsunuz…
Bilim kaynaklarınız kurutulurken ne yapacağınızı da düşünmeye başlasanız…!

Mahiye MORGÜL TV KONUŞMASI -1



Mahiye MORGÜL TV KONUŞMASI -2



YAZAN : Mahiye MORGÜL 

26 Ocak 2012 Perşembe

Ermeni İsyanı (The Armenian Revolt) 1984 - 1920

0 yorum | Devamını Oku...
19. yüzyıl sonunda, Ermeni milliyetçileri, Batılı siyasî idealler ve kendi vatanlarını kurma arzusuyla kışkırtılmış olarak, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı isyan etmeye başladı. 1. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Rus birlikleri Türkiye’nin doğusunu işgal etti ve pek çok Ermeni onların saflarına katıldı. 1915 itibarıyla, Hıristiyan Ermeniler ve Müslümanlar arasındaki çatışma trajik bir kan gölüne döndü. Sonraki beş yıl içinde, iki milyondan fazla Ermeni ve –Türk, Kürt ve Azeri– Müslüman hastalık, açlık, soğuk ve katliamlar sonucu öldü. Bu bir saatlik program bu korkunç çatışmanın ayrıntılarını incelemekte, gerekçelerini açıklamakta ve Batılı güçlerin bu çatışmada oynadığı kilit rolü ortaya koymaktadır.
Ermeni İsyanı 1894-1920 ; Türk, Rus ve Amerikan kaynaklarındaki arşiv filmlerini ve fotoğraflarını kullanmakta ve aşağıda belirtilen uzmanlar ile yapılan görüşmeleri içermektedir:
  • Norman Stone, Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü
  • Yusuf Halaçoğlu, Gazi Stratejik Araştırmalar Merkezi (GSAM) Müdürü
  • Justin McCarthy, Louisville Üniversitesi Tarih Bölümü
  • Yusuf Sarınay, Devlet Arşivleri Genel Müdürü
  • Seçil Karal Akgün, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Tarih Bölümü
  • Stanford Shaw, Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü


© Copyright 2006 Tempus Fugit Productions tarafından yapılmıştır.
[Belgeseli Türkçe indirmek için tıklayınız]


Ermeni İsyanı (The Armenian Revolt) 1984 - 1920 Belgeseli

12 Ocak 2012 Perşembe

Şeyh'ten Öğütler ..

0 yorum | Devamını Oku...

 


ORUCUN DA,NAMAZIN DA KAZASI OLUR.BU KADINI BOŞAYAN SALAĞIN HAYATININ FELAKETİ OLUR.



و راحت ما تجي

Giderse, geri gelmez..!!


image001(2)

Resimdeki kadının kocası:

Şeyh hazretlerine sorar قال للشيخ :

Bu karıyı boşamaya karar verdim يا شيخ هذي قررت أطلقها

.Ramazanda oruç tutmuyor لأنها ما تصوم رمضان

Şeyh kadına derin derin bakıp bakıp bir off off deyip iç çeker ve cevap verir. لشيخ:

Çok iyi düşün فكر زين

Ramazan gider, yine geri gelir لأن رمضان يروح ويجي

Ama bu karı giderse geri gelmez بس هذي لو راحت ما تجي

11 Ocak 2012 Çarşamba

YARGIÇLAR DA YARGILANIR

0 yorum | Devamını Oku...

 

 

nuremberg_trials 

Stanley Kramer’in filmidir. Nurenberg Duruşması. 1961 yılında yapılmış. 2. Dünya Savaşı bitmiştir. Hitler döneminin suçluları yargılanmaktadır. Dönemin Adalet Bakanı ve dört yargıç, verdikleri kararlar nedeniyle yargılanmaktadır. Mahkeme heyeti, üç Amerikalı yargıçtan oluşur. Başkan rolünde Spencer Tracy var. III. Reich’ın Adalet Bakanı Burt Lancaster. Mahkemenin askeri savcısı Richard Widmark. Sanık avukatı Maximillian Schell. Dava; Nazi döneminin siyasal iktidarını arkasına alan yargıçların adaletsiz kararlarla haksızlık yaptıklarının yargılanmasıdır. Yargıçlar, kendilerini yasalara uymak zorunda olduklarını, ülke sevgileri nedeniyle bu kararları verdiklerini söyleyerek savunurlar. Avukat, coşkulu savunmasında Hitler döneminin bütün ülkelerin katıldığı bir suç olduğunu,bu durumun Alman halkını suçlayarak düzelmeyeceğini belirtir. Uydurma suçlamalarla insanlar idam edilmiş, zihinsel özürlü kabul edilenler kısırlaştırılmış, Yahudiler toplama kamplarında en ağır koşullara mahkum edilmiş, gaz odalarında öldürülmüştür. Yargıçlar,kendi kararlarını yasalara uygun verdiklerini, öteki yapılanlardan haberleri olmadıklarını söyleyerek kendilerini savunurlar. İçlerinde Adalet Bakanlığı yapmış olan Ernst Janning (Burt Lancaster), fanatik avukatın bir sanığı ezişine dayanamayarak ayağa kalkar: “Yapılanlardan hepimiz sorumluyuz” der. “Yanımızdaki komşumuz alınıp götürülürken biz neredeydik? Bütün haksızlıklar bağıra bağıra açıklanırken biz neredeydik? Yanıbaşımızda zulüm yapılırken biz neredeydik? Sorumluyuz,bu açık” der. Bu arada mahkemeye Amerikan siyasilerinden baskı yapılır. Almanların kazanılması gerektiği,komünist Sovyetlere karşı Almanya’nın bir güç olacağı,bu nedenle beraat ya da hafif cezalar verilmesi mahkeme başkanına telkin edilir. Kararda,hepsine “ömür boyu hapis cezası” verilir. Başkan kendi adalet vicdanına uygun hareket etmiştir. Hapisteki eski Adalet Bakanı’nın mahkeme Başkanı’na, “olup bitenlerden haberinin olmadığına inanmasını” isteyen sözlerine Başkan şu yanıtı verir: “İlk verdiğiniz kararda idam edilen kişinin suçsuz olduğunu biliyordunuz değil mi?”.

İlk adaletsiz karardan sonrasına bakmaya bile gerek yoktur. Yargıçlar, arkalarında siyasal güç olduğu zaman bunun hiç değişmeyeceğini sanırlar. Savcılar, hep siyasal gücün kendilerinin de gücü olduğunu sanırlar.

Sanık kürsüsünden savcıya ve yargıçlara baktığım zaman bunu çıplak olarak görürdüm. 12 eylül döneminin Askeri Mahkemesi’nde Barış Derneği davasının tutuklu sanıklarıydık. Kararı önceden verilmiş bir davada yargılandığımızı biliyordum. Yargılama süreci bir usulün yerine getirilmesiydi. O koşulların adaletine hiç güvenmedim. İstenen cezayı tutukluluk olarak çektireceklerinden emindim. Arkadaşlarıma da bu kanımı söylemiştim. Dediğim gibi oldu. İddianamede istenen ceza sonuna kadar tutuklu olarak çektirildi. Tutuklu olarak. Sonuna kadar. Hapiste koğuşa gelen yargıç adaylarına şunu söylemiştim: “Yargıçlık stajına mutlaka üç ay hapiste olağan koşullarda yatarak eğitim görme şartı konmalıdır. Hekimlere de stajlarında üç ay hastanede hasta gibi yatma şartı konmalıdır. Hapiste yatmanın ne olduğunu öğrenmek eğitimin çok önemli bir parçasıdır.” Savcı tahliye istemlerinin reddini talep eder. Yargıçlar tutukluluğun devamına karar verirler. Sonra savcı ile yargıçlar resmi araç ile evlerine giderler. Tutuklu sanıklar koğuşlarına, hücrelerine dönerler. Yargılama devam etmektedir. Adalete güvenmek gerekir. Adalet er ya da geç yerine getirilecektir. Nürnberg Duruşmaları sonuna gelmişti. Amerikalı yargıç valizlerini topladı. Spencer Tracy, bu büyük aktör, düşünceli duruşunu sürdürerek evine dönmeye hazırlanıyordu. Bu filmde gördüğü gerçekler bu büyük aktörü nasıl etkilemişti? Bunu bilemiyoruz. Benim gözlerim neden yaşarmıştı? Ben biliyorum. Siz de biliyorsunuz…

Prof.Erdal ATABEK

9 Ekim 2011

10 Ocak 2012 Salı

KORKUTULMUŞ İNSAN SENDROMU…

0 yorum | Devamını Oku...

 

 

 

 

child-fear Dostlar bugün iki güzel yazı okudum. Bu yazılar değerli tıp adamı, eğitimci, eski bürokrat Prof.Erdal ATABEK hocamıza ait. Konu onun uzmanlık alanı. Günümüzde olan bitene ne anlam vereceğimi düşünürken olanı biteni bilimsel olarak bu kadar güzel anlatan başka birine hiç rastlamadım. Gündeme tabiri caiz ise cuk oturuyor. Bu yazıları sizlerle paylaşmaktan kendimi alamadım

 

 

KORKUTULMUŞ İNSAN SENDROMU…

İnsan korkar.
Korku,insanı tehlikelerden koruyan duygudur.
ya saldır ya kaç’ içgüdüsel komutunun ikilemidir korku.
insan, korku yaratarak önce ürkütülür,sonra sindirilir.
Yalnızlaştırılma korkusu. 
Parasızlık korkusu. 
Yaşlılık korkusu.
Temel korku,ölüm korkusu. Yok olma korkusu.
Kitleler bu korkularla yönetilebilir.
Diktatörler bunu keşfetmiştir.
Kitleleri yönetmenin iki silahıdır:
Korkutma. Oyalama.
Hiçbir şey yapamayacağına inandırma.
Ne yapsa olmayacağına inandırma.
Çaresizliğini bilinçaltına yerleştirme.
Ondan sonra istediğini yaparsın.
Yat dersin,yatar.
Kalk dersin,kalkar.
Sus dersin,susar.
Konuş dersin,o gene susar.
Ürkütülmüş insan sendromudur bu.
Bu duruma getirilmiş insana şaşarsın. 
Şaşar kalırsın.

Çalışır çalışır,eline bir şey geçmez.
Katlanır.
Aldığı her şeye zam yaparsın.
‘Hep böyledir’ der,susar.
Gözünün önünde lüks hayatlar yaşanır.
‘Onlar yaşamayacak da ben mi yaşayacağım?’ der,hak verir.
‘Yediğin lokmaya şükret’ derler,şükreder.
Sel gelir,evini yıkar,’kader’ der,boynunu büker.
Deprem gelir,kentini yıkar. ‘Günahların  yüzünden’ derler’,doğru’ der.
Deresini kuruturlar,’onlar büyüktür,bilir’ der.
Ormanını keserler,’vardır bir bildikleri’ der.
Sen bakar bakar,anlamazsın.
‘Bizimkiler acaba et yemiyor da ondan mı? dersin.
Zihinlerinde bir tutukluk var gibi diye düşünürsün.
‘Tepkisizler’ diye şaşarsın. Kimi zaman içerlersin.
Et yiyenlerin de böyledir,ot yiyenlerin de.
Kapıcıların da böyledir,beylerin ağaların da.
‘Bana dokunmasın da!’ der geçer.
‘Bunlara müstahak’ deyip kendini ferahlatır.
Sıra kendine gelince artık yalnızdır.
KORKUTULMUŞ İNSAN SENDROMU budur.

Cesaret,kaybetmeyi göze aldığın şey kadardır.
Kaybetmeyi göze alamazsan,
kazandığın her şeyi artık korkun yaparsın.
‘İşimi kaybedersem?’ diye korkarsın.
‘Yerimi kaybedersem?’ diye korkarsın.
İtibarın,artık korkundur.
Ünvanın,artık korkundur.
Ailen,artık korkundur.
Çocukların,artık korkundur.
Yaşamın korkun olmuştur.
Artık teslim olmaktan başka yapacağın şey kalmamıştır.
İnsan,çaresizliğini böyle yaşar.
Korkutan böyle kazanır.
Geçmişte böyle olmuştur.
Günümüzde de böyledir.
Gelecekte de böyle olacaktır.
İliklerine kadar korkacaksın,
sonra korkunu yeneceksin.
Cesaretini böyle kazanacaksın.

Mustafa Kemal’in ülkesi de böyleydi.
İnsanlar böyle korkutulmuştu.
‘Düvel-i Muazzama’ idi düşman.
Saltanatın etrafında toplanılmalıydı.
Halife kurtarabilirdi vatanı.
Herkes,herkes bir biçimde korkuyordu.
HAYIR,dedi Mustafa Kemal.
Hiçbir şeyi için korkmuyordu.
Ne ünvanın ne malı,ne canı.
Cesaret,işte budur.
YA İSTİKLAL YA ÖLÜM dedi.
Ölümü göze almayanın özgür yaşamaya hakkı yoktur.
Güçlü irade,korkuyu yendi.
Kuvayı Milliye zabitleri ayaktaydı.
Mustafa Kemal’in yanında toplandılar.
Her şey,her şey değişti.
Düvel-i Muazzama yenildi.
Saltanat kalktı.
Halifelik kalktı.
Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.

Ya şimdi mi?
Korku yenilir mi? Yenilirse nasıl mı?
Haftaya da onu görelim…

Prof.Erdal ATABEK